top of page

kendinde-şey, iki

Borges’in uçuk mor imgeleminde bir Endülüs gecesi. On ikinci yüzyılın ikinci yarısına düşüyor yirminci yüzyılın ikinci yarısından kopan bir düş. Kuran bilgini Farah’ın sofrasındayız. Gezgin Ebülkasım, ki pek zeki değildir, bahçedeki güllerin güzelliğinden dem vuruyor. Farah, İbn Katiba’nın Hindistan’da açan ölümsüz güllerden bahsettiğini anımsıyor: Kırmızı taç yapraklarında “Allahtan başka yoktur tapacak” yazan. Şair Abdülmelik “yeşil kuştan meyveler veren” bir ağaçtan söz ediyor. Farabi de akla daha yatkın buluyor bunu. Meyveler ve kuşlar doğanın parçaları değil midir? Oysa yazı bir sanattır. Öyleyse “yapraklardan kuşlara varmak güllerden harflere varmaktan kolaydır elbet”.


Gustave Doré'nin Filistinlisi—biraz Balzac, biraz Boccaccio, biraz Rabelais.

Kör gözüm parmağına. Borges bu öyküsüyle bizi doğanın ve insanın alev alan bir metal aynanın suretinde kavuştuğu yere bırakır.[1] Dilin “estetik bir yaratım” olduğunu söyleyecektir bir başka yazısında da.[2] Bunu en açık hissettiğimiz yer ise yabancı bir dille ilişkiye girdiğimiz andır. Anadil söz konusu olduğunda “sözcükleri konuşmadan bağımsız” düşünemeyiz çünkü. Estetik dediğimiz şey, diyecektir devamında Borges, entelektüel mahzenlerimizde saklı tuttuğumuz bilgilerde değil işte buradadır. Ve Borges’in buradası bir Fenike denizci türküsüdür:


Tanrılar, beni bir Tanrı olarak değil,

engin denizin yutup yok ettiği

bir adam olarak yargılayın[3]




[1] Borges, "Averroes’in Arayışı," Ölüm ve Pusula, çev. Tomris Uyar (Ada Yayınları, 1982), 46-58.

[2] Borges, "Şiir," Yedi Gece, çev. Celâl Üster (Can Yayınları, 1993), 81-97, 85.

[3] Borges, "Şiir," 96.

Comentarios


bottom of page