top of page

Veda, iki


Duyuyor. Kadehlerin çabuk ısındığı bir ağustos öğlesi. Offenburg’da iki tren arası. Gar binasını süpürüyor bir kadın, dudaklarında bir bekleyiş. Şarkılarını dinliyor yaprakların, bildiği bir dilde, anlamadığı sözcükleri tekrar edip duruyorlar. Bulutlar tüm kırmızılarını çekmiş üstlerine. Bu akşam dışarı çıkacaklar. Deniz diz boyu kara ve aleve bulanacak. Alev bir tül gibi saracak arzularını. Bu güneş bulutların arkasına saklanıyor, bu günün bitiminde. Bu güneş bulutların ötesinde parıldıyor, bu saatlerde. Bugün, annesi kapıların arkasında sessizce bir başka gündüze süzülmüş, tepenin ardındaki bir başka köye, karnındakilerle. Arkada bırakarak koca koca yığılan bulutları, tüm şimşekleriyle ve evlerin titrek pencereleri Agamemnon'un sisler içinde ilerleyen gemilerindeki meşaleler gibi çarpışırken üzerlerine çöken karanlıkla.

İstanbul'da bir panayır—diyor Meşher.

Yola koyulmuşlar, ayaklarının altında asırlardır göçebelerin sırtlarına binen yüklerle ezilen toprak. Çocuklarını emzirmeye gidiyormuş kadın. O gün bilmiyormuş, çocuklarını bir başına yetiştireceğini, onlarla yorgun bacakların ve dermansız kolların arasında sarmaş dolaş ağlayacağını. Eve dönüyor, gecenin tüm karaltılarından saklanarak. Evde bir başka kadın var, tel dolaplara dizdiği konservelerin ardına saklanmış. Annesinin göğüslerini hatırlıyor, büyükler miydi, ya da dolgun? Çocuk gözlerinde beyaz beyaz parlayan iki koca dünya, ne zaman bu dünyaların karşısına düşse annesi onu dizlerine aldığında kızaran iki küçük solgun yanak, evet büyüktüler, ve dolgun.

Comments


bottom of page